
Türkiye sık sık vurgulandığı gibi Tanrı’nın lütfuyla ne mutlu ki üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımadadır. Ancak bu doğal duruma karşın toplumun tarihsel ve sosyolojik gerekçelerle genel olarak suyla ve özel olarak denizle pek barışık olmaması nedeniyle deniz ve su canlılarıyla da dost ol(a)madığını bu topraklarda yaşayan herkes acı bir şekilde kabul eder. Deniz ve “akan sular” ne ulaşım için, ne de ekolojik denge korunarak alışveriş yapılabilen coğrafi alanlarla içinde değerlendirilmezler. Daha çok kirimizi, çöpümüzü “nasıl olsa su alır götürür, gözlerden ve evlerimizden ırak tutar” düşüncesiyle uzun vadeli sonuçlarını düşünmeksizin salarız güzelim Akdeniz, Ege, Marmara ve Karadeniz sularına. “Akan sular”ımızla ilgili tasarrufumuz da kısa vadeli çözümlerin kurbanı olarak o coğrafyanın, derelerin, nehirlerin asıl sahiplerinin inisiyatifi olmaksızın, HES projeleri ile değerlendirmekten ibarettir. Bu topraklarda yaşayanların deniz canlıları ile ilişkisi zayıftır. Bir yandan kapital sahibi “girişimci”lerin denizlerimizde kurdukları “balık çiftlikleri” doğal hayatı, deniz tabanını geri dönülemez bir şekilde yaşanamaz hale getirirken, balıkçıların trolle, sonar cihazlarıyla yanlış avlanmaları sonucu denizlerimizdeki doğal balık döngüsünün önemli oranda tahrip edildiğini artık herkes kabul ediyor. Doğal avlanma ile yediğimiz çipuların, levreklerin yerini artık çiftliklerde yetiştirilen “çiftlik” ya da “kültür” balıkları aldı. Bu yıl olağanüstü koşullarda palamut bol olsa da halen yanlış avlanma sonucu olması gereken ölçülerin çok altında avlanan çinekop, sarı kanat İstanbul’un, Marmara’nın en lezzetli balığı olan lüferin sonunu getiriyor ne yazık ki. Fikir sahibi damaklar, Greenpeace vb. sivil toplum örgütlerinin çok önemli, kamuoyunda ses getiren kampanyaları (Küçük Balık Yoksa Büyük Balık Da Yok, Seninki Kaç Santim? gibi) sonucu Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na balık türleri için asgari avlanma ölçüleri için baskı oluşturmuşlar ve büyük ölçüde de sonuç almışlardır. İşte bu kampanyaların en önemlilerinden biri de Lüfer Bayramı. 19-21 Ekim 2012 tarihlerinde gerçekleşen bu bayram ile denizlerimizde lüferin her daim olabilmesi, en önemlisi gelecek kuşakların, çocuklarımızın da lüferin lezzetinden mahrum kalmamaları için çok önemli etkinlikler yapılıyor. Kuşkusuz lüfer bir simge balık, palamut, kalkan, hamsi, levrek, çipura ve denizlerimizdeki diğer balıklar için aynı hassasiyetin gösterilmesi gerekiyor. Bir yandan balıkçıların, hayatını denizden kazananlar olarak uzun erimli kazancın sürdürülmesi için süreci iyi anlamaları ve onların da desteklemeleri gerekiyor. Bu konuda çok farklı kaynaklara bakabilirsiniz: İlk olarak Lüfer Bayramı’nın geçen yıldan sonra bu yıl ikincisini organize etmeyi başaran Fikir Sahibi Damaklar: http://www.fikirsahibidamaklar.org… Boğaziçi Balıkları isimli, Boğaz’da bir zamanlar bolca avlanan ve tüketilen balıklar hakkındaki çok yakında izlenebilecek, merakla bekliyoruz…http://www.bogazicibaliklari.com. Lüfer Bayramı için Radikal Gazetesi’nin oluşturduğu blog da bu çerçevede anlamlı… http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1104646&CategoryID=41
Kampanyalar bir nebze olsun sonuc verdi ve sezonun ilk luferini yillar sonra Eskisehir’de de yiyebildik. (3 Kasim 2012)”‘