3. Uluslararası Gıda Konferansı vesilesiyle kurban bayramının ilk günü bildirimi sunmak üzere Austin-Texas’taydım. Austin Amerika’nın 17. büyük şehri ve sekizyüzbin üzerinde kent merkezi nüfüsuna sahip. University of Texas at Austin 50.000 civarındaki öğrencisi ile ABD’nin en iyi 20 üniversitesinden biri olarak kabul ediliyor. Downtown’daki 6. cadde tarihi ve turistik merkez aynı zamanda. Tex-Mex, steak yiyebileceğiniz, sayısız Amerikan biralarını tadabileceğiniz ve aynı zamanda özellikle 22.00’den sonra canlı müzik dinleyebileceğiniz uzunca bir cadde olarak da düşünebilirsiniz.

Konferanstan dört arkadaş klasik Türk fıkrasını icra eder gibiydik. Bir Fransız, bir Alman ve 2 Türk şeklinde konferansın son günü downtownda Amerikan usulü steak yememiz gerektiği konusunda hemfikirdik. Üstelik “food studies” konferansına katılmışız, elbette “local food” denemeliydik. Belki şehirde daha iyi steakhouse’lar vardı ama biz kapılardaki menüleri incelemek suretiyle Old School Bar & Grill’de karar kıldık.


Texas’ta en yaygın mutfak Tex-Mex olsa da hem baharat hem de acı dozu yüksek olduğu için, biz Türklerin memlekette herkes kavurma yerken bizim de eksik kalmamamız gerektiğini düşündüğümüz için steak en uygun seçenekti. Old School standart bir mekandı, zaten beklentilerimiz de çok yüksek değildi. Ancak yerel fıçı biralar harikaydı. Ben Oktoberfest isimli fıçı birayı tercih ettim. Ana yemek olarak da Top Sirloin, iyi pişmiş bonfile istedim.

Bonfilenin yanında sarımsaklı patates püresi ve ızgaralanmış fasülye vardı. Fransız arkadaşımız Michael az pişmiş istedi. Benim hayranlıkla merak ettiğim şey nasıl oluyor da istediğiniz kıvamda eti pişirebiliyorlar? Az pişmişin içi kırmızı, benim iyi pişmiş etim ise hiç kırmızılık kalmayacak şekilde ama kurumadan servis ediliyor. Ben buna ustalıklı pişirme tekniği diyorum. Bonfilelerimiz 12 oz yani, 340 gr ağırlığındaydı. Yemeğin sonunda herkes doymuş ve tatmin olmuştu. Sonrasında eğlenme vakti geldi ve canlı, hareketli bir müziğin olduğu bir bara gitmeye karar verdik. 60’ların üstünde bir beyamcanın söylediği blues-rock şarkıları eşliğinde eğleniyoruz. Solist amca “artık 20’lerinde değiliz saat 22.00’ye kadar çalabiliyoruz” diyerek kendisiyle dalga geçiyor, arada grup solo atarken o dışarı çıkıyor, eline kovayı alıp aramızda bahşiş topluyor ve en sonunda şarkının finalinde sahnede görünüyor. Tam bir yerel yıldız. Ben Cuba Libre içiyorum, Michael boğazları ağrıdığı için viski tercih ediyor, Conny sert bir kokteyl, İlkay’sa tekila içiyor. İki tur döndükten sonra konferans yorgunluğu ağır basıyor ve 6. caddede biraz yürüdükten sonra herkes oteline dağılıyor. 6. caddede yürürken Eskişehir 222’nin Austin Downtown’da şube açtığını fark ediyorum:))

Ertesi gün boş gün ve Austin’de geziyorum. Akşamına İlkay’la yine 6. caddede akşam yemeği için buluşma kararı alıyoruz. Mekan çok ancak, İlkay’ın hostelde güzel bir yer öneriyorlar ve denemeye karar veriyoruz: Royal Blue Grocery. Aslında yiyecek-içecek, soğuk-sıcak sandviç, kahve alabileceğiniz, kaldırımda masa ve sandalyeleri olan bir bakkal. İçerisi heyecan verici. Çok samimi bir yer. Sandviçleri de oldukça lezzetli. Birer bira alıyoruz. Ben Almanya’da üretilmiş dünyanın ilk organik birasını tercih ediyorum, İlkay şeftali birası alıyor. Yanında Akdeniz meze tabağı (felafel, kısır, humus, sarma olan) hindili sıcak sandviç. Benim sandviçim mükemmeldi, birazcık da acılı.



Akşam otele dönmek için taksi çevirmek için kaldırımda yürürken olmazsa olmaz Türk kebapçının kokusu ile karşılaşıyorum. Bir kaldırım köşesinde “food trailer” içinde Kebabalicious karşıma çıkıveriyor. Karavan içinde köşebaşında kuzu eti kokuları geliyor burnuma, kurban bayramını hatırlıyorum ama tokum yiyecek yerim ne yazık ki yok. Yalnızca belgelemek için birkaç fotoğraf çekip taksiye atlıyorum. Ancak kendilerini anlatırken kullandıklar yerel üretici vurgusu dikkatimden kaçmıyor. Belki de Amerika’da ve gelişmiş dünyada günümüzde gıda sektöründe iş yapmanın olmazsa olmaz kurallarından biri yerel gıdayı ve üreticiyi desteklemek ya da destekliyor görünmek. Öte yandan binlerce kilometre uzaklıkta tanıdık kokular duymak insanın az da olsa güvende hissetmesine neden oluyor. Küresel dünyanın en çok da yemek aracılığıyla küyerelleştiğini bir kez daha görmek müthiş heyecan verici.

Türkiye’ye dönüşü Austin-New York, New York-İstanbul aktarmaları ile yaptım. Aktarma süreleri bir hayli uzun olduğu için New York JFK havaalanında fazlaca gözlem fırsatım oldu. Terminal 1’de bir de ne göreyim, Eat&Go İstanbul/New York adlı bir büfe gözleme, baklava, ayran Efes bira satmasın mı? İnsan kendini ilk görüşte bir tuhaf hissediyor. Üstelik Amerika’da kaldığınız süre boyunca uzakta kaldığınız tanıdık yemek adlarını ve içecekleri görünce bir garip hissediyorsunuz. Efes Pilsen kocaman dolaplarda biralarını sergiliyor. Gözlemeler beefli, peynirli ve görüntü itibariyle son derece başarılı. Baklava ve kadayıf gerçeği söylemek gerekirse Türkiye’deki pek çok örneğinden daha albenili.




Küreselleşmenin olumlu yanları kadar pek çok olumsuz yanından bahsedilebilir. Ama yeme-içme açısından nimetlerini düşündüğümüzde farklı kültürlerin mutfaklarının dünyanın en ummadığınız coğrafyalarında karşınıza çıkması, yerel lezzetlerin dünyanın pek çok noktasında tüketilebiliyor olması küreselleşmenin en güzel ve keyifli yanlarından biri olarak kabul edilebilir. Öte yandan “yerel tüketim” kampanyaları da uzun erimli sürdürülebilir tüketim açısından önemli olsa da yine de memleketten çok uzaklarda tanıdık lezzetlerin her türlü farklılaşmaya rağmen erişilebilir olması paha biçilemez. Ancak söz konusu mekandaki fiyatlar az buçuk değildi. Yanında yöresindeki İtalyan ve farklı seçeneklerde fiyatların çok daha makul olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Ben de THY İstanbul uçağını bekleyen pek çok Türk yolcu gibi dayanamayıp buradan birşeyler yedim ama benim seçimim onlarınki gibi gözleme ve ayran olmadı. Nedense uzakta bu tadları denemek beni pek cezbetmiyor, neden mi? Hayal kırıklığına uğramak istemiyorum. Daha iyisini her halükarda yiyebileceğimden belki de. Bu duruma belki bir çeşit yeme-içme bakımından muhafazakarlık tutumu da diyebilirsiniz.


Ayran ve yoğurt da Amerikan pazarında. Yolcuların bir kısmı Eat&Go’da hem çalışanların Türkçe konuşması nedeniyle hem de Türk lezzetlerine daha fazla uzak kalamadıkları için gözleme ve tabii ki ayran kuyruğuna girdi. Turkish stayla Ayran ve Yogurt drink aynı şeyler olmasına rağmen bir pazarlama stratejisi olarak göründü bana. Öte yandan Forbes Dergisi’nin en zenginler listesine girmeyi başaran Kürt kökenli girişimci Hamdi Ulukaya Yunan yoğurdu olarak pazarladığı Chobani yoğurtları ile ABD’de zenginliğine zenginlik katmış durumda. Chobani yoğurtlarının hikayesini anlatırken Ulukaya o kadar tanıdık ifadeleri ön plana çıkarmış ki: “We put all we have into Chobani” ve “We put our hearts into every cup”. Çok samimi öyle değil mi? Biz memlekette her aşa sevgimizi katıyoruz, elimizdekinin en iyisini her tabağa koyuyoruz! Öyle ya da böyle, meyveli ya da sade küresel vatandaş yoğurt yiyor kardeşim:)) Ama sonuç itibariyle “küresel mi yoksa küyerel bir dünyada mı yaşıyoruz?” sorusunu sormak önemli. Yemenin neresindeyiz? Lokal mi yiyeceğiz, küresel mi?